26 Ocak 2009 Pazartesi

Lost: Kitlesel Afyonkarahisar

Sorular;

1) Kara Duman nerede? Yoksa o da kara tren gibi gecikip belki hiç gelmeyecek mi?
2) Zaman değişirken birisiyle konuşuyorsak, sözümüz bitene kadar bekleyecek mi zaman?
3) Ben Linus'un yaşama sebebi nedir, arkadaşım insan 15dk merak etmez mi dünyayı, Acun'un programına kilitlenmez mi?
4) Nabokov'un ismi Kazak prensi Nabok'tan geliyormuş.
5) Dizinin Çağan Irmak'ın "Issız Adam" filmini yapmasına ne derece katkısı olmuştur?
6) Kara Duman Mr. Eko'nun kardeşi mi?
7) Richard ada(m) mı? (Çağan Irmak oyunu yaptım)
8) Bermuda Şeytan Üçgeni önce Desmond'ı sonra da bizimkileri mi kaptı götürdü?
9) French Chick ölmüştü değil mi? (Unuttum da orasını.)

Şimdilik bu kadar, isteyen ek yapabilir, zaten yapılan ekler olmasa bugün lost, lost olurdu. 

Daniel Faraday

Lost'un en saf, en temiz karakteri. Bir şeyler dönüyor, bakışlarından anlıyorsunuz ki bu adam az da olsa bir şeyler anlıyor. Ama açıklama aşamasına geldiğinde karşısında Sawyer, Juliet ve türlü figüranlar buluyor, sonra da "anlatsam da anlamazlar, hadi durma koş" diyor. Arada buna tokat falan vuruyorlar, içine atıyor, laf etmiyor. Okulun yaramaz çocukları tarafından dövülen zeki çocuk gibi. Aslında karakteri seyirciyi anlatıyor resmen, böyle bir şey biliyor gibi ama aynı zamanda da çok kurcaladığından kafası basmıyor gibi. 

Lost



Yeni sezon itibariyle sanırım şöyle bir yola giriyor senaristler: Bir insanı arkadan gösterirsen gizem olur, telefon konuşmalarında isim vermezsen gizem olur.. Kara duman'dan sonra Lost'un geldiği gizem noktası budur. Adadaki ışık huzmeleri sonucunda atlayıp duran zaman da sanırım Ben'in buzlarını çözdüğü dümenin sağa sola doğru yalpalama hareketinden oluşuyor. Biraz vida sıkıştırma işe yarayabilir sanki.
Ayrıca, adadan çıkılıyor mu, gidiliyor mu ki acaba diye izlediğimiz sezonlardan sonra adaya dönüşün başlaması, adanın hiç de öyle mafyatik (manyetik de diyebiliriz) bir yer olmadığını, gayet sapasağlam girilip çıkılası bir ada olduğunu gösteriyor.
Desmond, Faraday'ı bir yerlerde görmüştü ki ne zamandı o zaman, şimdi de gördü derken gözümüzde ışık huzmeleriyle kendimizden geçip bayılır gibi oluyoruz. Sonuç olarak ben daha önce "ay ne olacak acaba" diye izlediğim diziyi artık "bitse de kurtulsak" diye takip etmekteyim.

19 Ocak 2009 Pazartesi

Inland Empire


Yönetmenin daha önceki filmlerinde en azından neyi anlamadığımı biliyordum, şurada ne oldu, kırmızı telefon, renkli ışıklar, sanayi sesleri vs. diyerek sorup soruşturmuş ve biraz aklı başında bilgiye ulaşabilmiştim. Ama bu sefer neyi anlamadığımı da bilmiyorum. Bir bildiği vardır diyerek savunmaktan yoruldum artık Lynch’i, varsa bir bildiği söylesin.

Filmi şöyle özetleyebilirim; bir kadın var ve bir şeyler oluyor. Yine bir kadını çoğaltıyor yönetmen ve Laura Dern’ün oradan oraya koşmaktan, herkes olmaktan canı çıkıyor. “Hmm televizyon eleştirisi galiba” demeye kalmadan “ne alakası var” diyen bir sahneye tosluyoruz. Sonuçta üç saat hep birlikte sürüklendikten sonra hiçbir şey ama hiçbir şey bilemiyoruz. Sanırım Lynch sinemayı öldürmeye çalışıyor, bu filmde bayağı da can çekiştirdi.

15 Ocak 2009 Perşembe

Vicky Cristina Barcelona

İki kız var, tatile Barcelona şehrine geliyorlar. Orda bir adam var, kapalı çarşıda turist kızlara yazan halıcılar gibi bir sanatkar, biraz daha agresif ama. Gelip kızlara iş oluyor, kızlardan birisi pas veriyor, sonra öteki de onu koruma adına yanlarında takılıyor. Adam kızlardan birisini öpüyor, seyirci kahkaha atıyor, adam diğer kızı öpüyor seyirci kopuyor, kızlar birbirini öpüyor izleyici kendinden geçercesine gülüyor. Sonra adam kızlarla teker teker beraber oluyor, eski karısı da olayın içine giriyor, herkesin kendi yoluna gidişi ile film bitiyor. Ben yine pek bir şey anlamıyorum, herkes gülüyor, Altın Küre alıyor komedi türünde. "Üçlü" heyecanıyla kadın-erkek ilişkilerini harika anlatmış diyor insanlar, pek çoğu da üçlüden dörtlüden çok iyi anlıyorlar.. Hatta abartıp tipik Woody Allen diyenler de var. Ben yine anlamadım, belki de kaçırdım ama doğal ben anlamayan insanım. 

Sebastian Knight'ın Gerçek Yaşamı

Yazar var, Vladimir Nabokov. Rus gibi, İngiliz gibi. Kitabı var, Sebastian Knight'ın Gerçek Yaşamı diye. Kitabı Sebastian'ın üvey kardeşi yazıyormuş gibi, konuşuyor anlatıyor. Abisinin hayatını yazan başka bir yazara geçiriyor, sonra da abisinin hayatında olmadığı zamanları inceliyor, kadınlara gidiyor, arkadaşlarını görüyor ve tüm hayatının üzerinden geçiyor ama kendisi de Sebastian gibi değil gibi. Sonra da kitabın sonunda "Sebastian Knight, ben sen o biz" diyor, afallıyorum, anlamıyorum. "Hangisi Sebastian, arkadaşım ne oluyor" düşünceleri arasında anlamayan insan olarak bir kitabı daha kapatıyorum. Yine de "Sebastian'ı nasıl bilirdiniz" diye sorsanız, "iyi bilirdik" cevabına ses yükseltirdim.

Beyaz Mantolu Adam

Bir hikâye, Oğuz Atay hikâyesi. Adam var, beyaz mantosuyla dolanıyor, vitrin mankeni oluyor, dönüyor duruyor. Toplum standartlarının pek bir dışında, istediğimiz gibi davranmadığı için uzaktan baktığında deli gibi ama yaklaşınca onun "kendi haline" hiç alakası yok. Bir de bu hikâyeyi okuyup Beyaz Mantolu Adam için bir saniye düşünmeden "deli bu" diyen edebiyat öğrencileri var, okulları bitince çoğu öğretmen olacak, körpecik zihinleri yönlendirecekler. Garip, anlamadım yine.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Lost Highway



Filmin yarısında karısını öldürmekle suçlanan adamımız gözaltına alınır. Sonraysa ortadan kaybolur, yerinde başka birisi vardır. Anladım ki aslında olay şudur: Filmin yarısında oyuncu senaryodan hiçbir şey anlamadığı için filmi bırakır. Onun yerine bir oyuncu arayışına girilir, ancak kimse ikna edilemez, zaman da daralmaktadır. Biraz benzeyen genç bir adam bulunur. Sonra da seyirciye aslında aynı insan bunlar diye yutturmak için zaten karışık olan senaryoya birkaç karmaşa daha eklenir. Yine bu filmde ekonomik olsun diye Patricia Arquette'i de sarışın ve esmer olarak çoğaltıp oynatmıştır yönetmen.

Be Kind Rewind

İki kafadar film kiralama dükkanının başına geçerler, bir kaza sonucunda bütün kasetlerin için boşalır ve iki kafadar kasetlere kendi uyarlamalarını çekerek satışları sürdürürler, önceleri bu kartonlu filmleri garipser müşteriler ama kısa zamanda ünlü olurlar, derken işin içine telif girer ve bizimkiler hikâye olurlar. Benim anlamadığım bu kartonlu filmleri izlemeye ne meraklıymış insanlar, yani böyle bir olayın tutmasına imkan yok, Türkiye'de korsan da olsa böyle film satsan dayak yersin. Ayrıca yaratıcı zeka ürünlerinin normal insana fazla geldiğini düşünüyorum bir normal insan olarak. 

Fight Club #1

Bir adamın evi patlıyor, sonra adam garip bir arkadaş ediniyor. Bunlar kavga ediyorlar sürekli, kavgaya diğer insanlar da katılıyor. Sonra bakıyorsunuz ki her bir millet kavga etmeye hevesliymiş, herkes birbirine kafa göz dalıyor. İş tabi kavgayla kalmıyor, büyüyor, eylem oluyor. Filmde Brad Pitt bir var bir yok, sonra da ölüyor, üzülüyorum. İyi kavga ediyordu, ayrıca planlama konusunda da diğerinden daha iyiydi. Diğeri diyorum çünkü onun adı yok. Diğeri daha garip bir tip, her şeyin içinde ama aynı zamanda dışında, böyle yazdığımda tezatları gereksizce kullanan yazarlara da kızıyorum. Sonuçta adam kendini vuruyor, bir yerler patlıyor. Güzel film, ben sevdim. Ama bir de HayalMeyal yazsın isterim. Zira anlamayan insanlar olarak söyleyeceğimiz çok şey var, siz de bir zahmet anlamamazlıktan gelin.